7 Eylül 2011 Çarşamba

HASAR TESPİT ÇALIŞMALARI


uzun zamandan sonra içimden yazmak geldi. oraya buraya karaladıklarımı toplamak..dağınık dağınık düşündüklerimi bir düzene sokmak..

dağınık görüntümün altında aslında düzen manyağı bir insanım ben diye bir yazı yazmıştım zamanında.bol alkollü, galatasaray temalı, eski şarkıların çalındığı bi gecenin sabahında evdekilerin uyanmasını beklerken geceden kalma dağınıklığı düzene sokmuştum. oraya buraya devrilmiş sarap kadehleri, tabaklar, dağılan kanepe örtüleri, ağzına kadar dolu küllükler o anki baş ağrımdan daha fazla rahatsız etmişti beni. mutfakta bulaşık makinasına simetrik olarak tabakları dizmeye çalışırken çıkan seslere uyanan birkaçımız da öle dağınık görünüyordu ki hepsine banyoya sokup düzene sokasım gelmişti. işte o gün oturup bu yazıyı yazmıştım temiz ve düzenli salonda.

bugünde müthiş dağınık düşüncelerimi toplama isteği geldi içimden.dün gece yatarken öğlene kadar uyuma hayalleri kuran ben, sabahın sekizinde o dağınık düşüncelerle uyanınca yastıkla savaşmayı bırakıp dışarı attım kendimi. kasım ayının sonunda oldugumuzu inkar eden hava sartları yüzünden zaten evde durmak imkansız hale geldi. küresel ısınmayı destekleyesim bile geliyor kasım ayında hala tişörtlerle dolaşabilince. sonra hemen töbe töbe töbe diyorum. neyse.

dağılan düşünceleri toplamak, bardak tabak toplamak kadar kolay değil takdir edersiniz. hayalimde bir çöp kovası yaratıyorum, gereksiz düşünceleri top yapıp atmak için. sonra çok önemli az önemli ilerde önemli olabilir diye üç tane de klasör açıyorum. teker teker ayıklamaya başlıyorum. bi süre sonra çöp kovası ağzına kadar dolup taşıyor. bi de çöp öğütücüsü ekliyorum hayalime. bütün gereksiz düşünceleri tek bir düğmeye basıp sonsuza gönderiyorum. buruşturup attığım her düşünceyle kafamın hafiflediğini hissedecek kadar gerçekçi herşey..

insanın kendi hafızasınıı evrimleştirmesi diye birşey var mıdır bilmem. ya da evrim doğru bi kelime midir anlatmak istediğim için emin değilim ama böyle birşey olsa güzel olur. bugün düşünceleri temizlerken bunu hissediyorum. kendi hafızamı evrimleştirebilsem, hani başarılı nesiller bir sonraki  kuşağa genetik kodlarını aktarabiliyor ya ben de sadece güzel, iyi, başarılı, mutlu şeyleri aktarabilsem hafızama?kötü, çirkin, başarısız,mutsuz düşünceler zamana yenik düşüp silinip gitseler? şimdi düşündüm ki, bu son düşünce hayalerimde yarattığım çöp kovası ve klasörlerden daha gerçek dışı. düzene sokmaya devam edeyim en azından..

onlarca çöp kovası boşaltıyorum. öğütüyorum. çok önemli klasörüne yerleştirdiklerime bakınca yapılacak bir sürü şey oldugu gerçeğiyle yüzleşiyorum. çöp düşüncelerle boğuşurken asıl düşünmem gerekenleri günlerdir atladıgımı farkediyorum. çok önemli klasöründe ilk maddeden başlıyorum sonra yapmam gerekenlere..

bugün bir hasar tespit çalışması günü oluyor. düşüncelerden uzaklaşınca dağınık yatak örtüsü, kahve bardakları, gazeteler sinirimi bozmaya başlıyor. mis gibi kasım havasını içime çekerek toplamaya başlıyorum hepsini..

bir sonraki gün kalkınma planları yapmak üzere odamı hazırlıyorum.

KASIM-2010

6 Eylül 2011 Salı

BİR EV, BİR SICAK, BİR ŞARKI..

"bir şarkı 137 bin defa dinlenir mi biz manyak mıyız?"

aylardan haziran. izmirde sıcaktan erimiş halde evin salonuna yayılmışız. sadece önündeki yarım metrelik alanı serinletebilen vantilatör en sonunda çok elektrik yer bu dien tasarruflu "bayan" kişi tarafından kapatılıyor. ev dağınık. ortalık yerde 1 yıldır bitmeyen, bitemeyen, artık fiziksel anlamda da acı verecek kıvama gelen, bugün hala spss paket programını hangi ekranda görsem nefesimin boğazımda kalmasına neden olan lisans bitirme tezinin tabloları, kaynakları, bir umutla basılmış ama hep düzeltmeye giren ciltleri, hocanın yazdıgı ama ne demek istediği hakkında en ufak fikrimin olmadıgı düzeltme notları,artık isyan eden bir laptop, bir düzine kahve bardağı, litrelerce su şisesi , yarısı yenmiş elma artıkları evi ele geçirmiş durumda. bacaklarımın üstünde saatlerdir çalışmaktan ateş gibi olmuş laptopla 90 küsür tabloda istatistiksel olarak anlamlı birşeyler bulmaya çalışırken yanımdaki "bayan" hep aynı şarkıyı döndürüyor.

"gözlerin ya vardı aklımda
biz çoktan unuttuk dünya dediklerini"

kanapeye yayılmış. kucağında evin erkek kişisinin süpersonik laptopu. elinde sigara. 1 metre yanında "üç ay sonra görüceksiniz siz" dien topuklu ayakkabısı, deri çantası, kumaş pantolonu, beyaz gömleği itinayla dizilmiş. bandırmanın he daim rüzgarlı havasına alışkın bünyesi için izmir havası fazla ağır kaçmış. zira 2 saattir bulundugu kanapeden milim kıpırdamamış vaziyette . yarım saatte bir sigarasını yakmak için çakmağa uzandıgı durumlar dışında tabii. şarkıyı her baştan döndürüşünde suratına bakıyorum. "çok güzel dimi lan " diyor.

"aşk bir kaza dedik
bizse sağ kurtulduk"

biz arkadaşız. 8-9 senedir felan. o ergen halimizle çekmişiz birbirimizi. arada bir yıl görüşmediğimiz de olsa tekrar bandırmada ziraattın önünde "haydöööö" die buluşabilmişiz. hayatımda bu kadar uzun süre kalmayı başaran ayumi kod adlı kadın, bir iş görüşmesi için topuklu ayakkabıları ile izmirdeki evimde.. bir önceki gece anahtarı evde unutma gafletine kapılan ben ona süper bi karşılama yapmışım. en sonunda pes edip evin karşısındaki parkta nadişin gönderdiği bandırma yemeklerini yerken yine aylardır herkesten sakladıklarımızı itiraf etmişiz. ağır izmir havası konuşulanların ağırlığı ile daha da basmış.. bi sigara bi sigara daha derken ohh bee anlattım kurtuldum havası ikimizde de..

"bugün senin günün
onu da mahvettin"

ağzımdan çıkan " ya bi şarkı 137 bin defa dinlenir mi, biz manyak mıyız" cümlesi tencere kapak ilişkimize ağır bir darbe indiriyor. tatar gözleri artık nası bir hırsla açılmışsa dev gibi oluyor. "sen zaten benim sevdiğim adamları sevmezsin, içtiğim sigarayı içmezsin, dinlediğim şarkıları dinlemezsin. ne biçim arkadaşız lan biz" die üstüme geliyor o gözler. "yaa bi git, ben sarkıyı dinlemiom dedim mi, güzel şarkı ama 100 bin defa nie dinliyoruz?" şeklindeki cümleme " hay aq sanki herşeyi sorguluon da bu kaldı dimi bi tek al lan açıyorum işte bi daa" die saldırganca karşılık veriyor. sıcaktan yavşamış beyinlerimizle tarihin en abuk tartışmalarından birini yapıyoruz. birkaç saat sonra bikaç birayla biraz kendine gelmiş bünyelerimiz kordonda güneşin batışını izlerken kafada hep aynı şarkı dönüyor..

"seni sorana her yanım derim
dahasını da eklerim"

o bi haftanın sonunda pınar evine dönüyor. ben yüz milyonuncu düzeltmeleri yapıp bi şekilde insafa gelen hocaya tezimi teslim ediyorum. evdeki yarısı yenmiş elma artıkları başlı başına birer organizmaya dönüşmüşler. hava hala çok sıcak. evin bi kısmı paketlenmiş bi köşede bekliyor. telefon açıyorum. "ben geliyorum aq." tam beklediğim cevabı alıyorum.
"bok var burda gel aq."

" ellerini uzat ki dokunsun parmaklarım
bugün.."

***** bu yazıya malzeme olan şarkı: sakin - edepsiz komedya..
lakin yazılırken yine aynı gruptan laleler beyaz, kırmızı oda sarkıları da dinlenmiştir. bu grubun bi türevi olan kreş'ten de kişisel bir intihar sarkısı 3 kez dönmüştür. yarım kalan sarap özellikle dinlenmemiştir.





HAZİRAN 2009

5 Eylül 2011 Pazartesi

pazar günleri dinimizce kutsal yemek günüdür!

"yemek yemek üstüne ne düsünürsünüz bilmem
ama kahvaltinin mutlulukla bir ilgisi olmali.."

cemal süreya..

en sevdiğin günle, günün en sevdiğin beslenme saati birlikte olursa ne olur? tadından yenmez.ya da o kadar çok yedirir ki saatler sürer.
sabah 10 gibi kurulan kahvaltı masası 5 saatin sonunda hala toplanmadı. pazar günü rehaveti ve hayatımda hep görmek istediğim insanlar aynı masada. televizyonda türkan şoray'ın gençlik filmlerinden biri oynuyor. esas oğlanın kötü kadının oyununa gelip esas kızı terketmesiyle dayanamayıp masadaki kaymak-bal ikilisine tekrar dalıyoruz. kaymak delisi suç ortağım, esas kızın erkek tercihinden yola çıkarak "abi nedir bu kızların efendi erkek yerine piç tercihi?" sorusunu ortaya atıyor. "sen galiba çok ekşi sözlük okuyosun bu aralar, ye de kafan çalışsın biraz" diyip ballı ekmekten bi lokma ağzına tıkıyorum. ama geç kaldım. masakiler çoktan konunun içine daldılar. sonsuz bir geyik muhabbeti bir demlik çayın daha bitmesine vesile oldu.

23 yıllık kişisel tarihimde dönüp baktığımda görüyorum ki, ben bir ritüel insanıyım. ve bu ritüellerin en keyiflisi pazar sabahı kahvaltıları. çocukken, çalışan annenin tek çalışmadığı gün olduğundan sonsuz şımarma hakkı verdiği için sevilen pazar günleri, lisedeyken sabahın köründe başlayan dersane zımbırtısı yüzünden hakkettiği yere ulaşamasa da üniversiteye kapak atılıp izmire gidildiğinde tekrar gönüllerin bir numarası olmuştur. 5 yıl boyunca pazar günü en sevilen sarkı dinlenerek uyanılmış en az bir saat boyunca da tembel tembel yatak keyfi yapılmıştır. sonrası saatler süren, 50 kiloluk bireyin 1,5 ekmeği kaymak balla yediğine tanık olunan uzun kahvaltılar..

bi de 2007 yazı vardır ki arada, santana smooth ile uyanılan kızarmış biber ve yoğurtla karakterize bir 3 aydır kendisi. hafta içi günleri pazar günü kıvamında yaşadığımız o yazdan sonra da bir daha öyle zamanlarımızın olmadığı, sanırım benim hayatımın en mutlu yazı..

2009 ağustosuyla birlikte başlayan istanbul günleri pazar kahvaltılarına boğazı ve ılhamur kokusunu getirdi. eşşek gibi çalışılan gecenin sabahında eger bir pazar günü varsa ve en sevdiklerin telefonda boğaza karşı menemenli , zeytinyağlı kekikli zeytinli kahvaltı sonrası türk kahvesi faslını ballandıra ballandıra anlatıosa hiç üşenilmez gidilir. hele de güneş varsa biraz, sırtını güneşe verip ayaklarını uzattığın an nefes aldıgını hissedersin suratında en aptal gülümsemenle..

geriye dönüp baktığımda mutlu oldugum anlar hep bir yemek sonrası yaşanmış. güzel insanlarla, güzel şehirlerde güzel yemekler..vücudum yediğini inkar etmeyi sürdürdüğü müddetçe de sanırım bu böyle olacak..pazar günleri de artık hastanede geçse de en sevdiğim gün ! 

SANA GÜVENMİYORUM!

yok bi insana güvenmek bir ömür alırmış da o güvenin yıkılması 1 sn sürermiş de yok efendim güven çok önemliymiş felan.

ne alaka? ben saniye geçmeden bi insana güvenebiliorum mesela. ya da birine güvenimin yıkılması için bazen uzun yıllar geçmesi gerekiyor. genelleme yapmayın kardeşim, kişiden kişiye değişir.

ama yok susmuyor. bütün bir cuma ve ctesi ant içti bana zehir etmeye güzelim tatili. bak ne güzel deniz kıyısındaız, hava bulutlu ama olsun zaten ben güneşte kararıyorum marsık gibi. ayaklarımızı uzatmışız, sırtımızı birbirimize dayamışız, bi yerlerden ezginin günlüğü sarkıları geliyor kulağımıza.ohh diyorum, güzel len hayat aslında.

"neresi güzel mesela??" diye başlıyor. ne bilim güzel işte alla allaaa.
sen hep bölesin, bişi sölüosun ama neden sölediğini bilmiosundan başladı sana güvenmiyorumdan çıktı tek kişilik konuşmasında (monologmuydu neydi işte o ) . tek kişilik, çünkü ben agzım açık, yok artık mimiğimle sadece onu dinledim. beraber tatile çıkmıştık, yaklaşık 1 senedir birbirimizi tanıyorduk, ama nedense o haftasonu hiç üşenmedi ve ilişkimizi sorguladı, oysa ben tam tatil üşengeçliğimdeydim ve iki gündür değiştirmeye üşendiğim için aynı tişortü giyiyordum. sölediklerine tek cevabım ne alaka ya şimdi oldu hep. alakasızdı bana göre. ben sadece hayat güzel demiştim..

uzun konuşmasının ana teması bana güvenmemesiydi. ordan burdan bana güvenmemek için bisürü nedeni vardı. ama güvenmediği bi insanla evinden 280 km uzakta bi yere tatile neden gittiği konusunda bi fikri yoktu.
ona cevap vermemi bekliyordu ,çok beklerdi. arabanın anahtarlarını eline uzattım. o kadar üşengeçtim ki tek başıma eve dönemezdim. kalk, gidiyoruz dedim.

güvenmediği bi insanla 280 km yolu geri döndü ve gece de onunla aynı evde kaldı. sabah tek kelime etmeden hırsımızı peynirden domatesten alarak kavga eder gibi kahvaltı ettik. ben sinirliydim, tatilim yarıda kesilmişti. o gergindi. benden hiçbir cevap alamamıştı. tişortünü ters giymişti ama bana güvenmediği için sölemedim. çıkar tişortünü çamaşır yıkıcam dedim onun yerine. gitti çıkardı. ters giymişim ben bunu dedi. evet dedim.
1 senenin sonunda son konuşmamız bu oldu.

"birine güvenmek isteyince insan karşıdaki yalancı çoban da olsa onu dünyanın en güvenilir insanı yapar. "
böle yazmışım o tarihte ajandama. ben yalancı çoban değildim. neydim ben??

mayıs-2010. 









insan sever.. kendini.. kendine ait olanları..

kapı çaldıgında aloo diye seslenmeyi, karşıdakinden bi süre ses çıkmamasını, kapıyı açtığımda ses vermeyen kişinin ev sahibi olduğunu görmeyi seviyorum.

buzdolabını açıp boş boş bakıp, kapaklı kaseleri açıp açıp kapatamayıp mesela sarımsaklı yoğurtlu kızartma kokusunun heryana sinmesini ve annenin sabah kalktıgında evde fare beslesen daha az zarar verir yemin ediyorum demesini seviyorum.

yeşil elmaya ayrık iki ön dişimle ısırık atıp iz çıkartmayı seviyorum.

birini dikkatle dinlemeye çalışırken gözlerimle sekronize olarak açılıp yayılan ağzımı seviyorum.

ellerimi görenlere boş zamanlarımda sokak çocukçuluğu yapıp mendil satıyorum demeyi seviyorum.

iki dakka önce salya sümük ağlarken kantine gelen tepsiyi görünce börek mi o demeyi seviyorum.

sevdiğim herkese v for vendettayı izletmeyi, begenmeyen olursa ağzını yüzünü dağıtmayı seviyorum.

huysuz bi günün sabahında sokakta top oynayan çocuklara gidin kendi mahallenizde oynayın demeyi, çocuklardan birisinin suratıma bakıp teyse olmuş bu demesini, iki saat sonra çocugu tenhada kıstırıp 23 yaşındayım len ben doru konuş demeyi seviyorum.

nöbet tutmadığım gecelerde gece 2 de uyanıp antibiyotik bitmiş lan diyip banyoya gidip serum çıkartılcak hasta aramayı seviyorum.

sabahları battaniyemi topladıktan sonra ısrarla gidip buzdolabına sokmaya çalışmayı ve annemin dehşet içinde yaptıklarıma anlam vermeye çalışmasını seviyorum.

çamaşırları makinaya doldurduktan sonra ertesi gün deterjanı, ondan sonraki gün yumuşatıcıyı koymayı, nihayetinde üçüncü gün düğmesine basabilmeyı, bazen bu kadar üşengeç olmayı seviyorum.

daha önce gittiğim bi yere ikinci gidişimde yolu bi türlü bulamayışımı, ama ısrarla birine sormayışımı, kesin burdan girmiştim gecen sefer deyip girdiğim yolların en alakasız yerden çıkmasını, koyboluşlarımı, nihayetinde birine yolu sormayı akıl ettiğimde ilk sordugum kişinin ben buranın yabancısıyım deyişini seviyorum.

depresyonun en ağır halini yaşarken, hayattan zerre kadar zevk alamazken hala anlamsızca gülen yüzüm sayesinde insanların depresyonuma inanmayışlarını seviyorum.

çok ciddi birşeyler anlatmaya çalışırken karşımdakinin suratıma bakıp gülmesini, beni zerre kadar sallamayışını, en sonunda çıldırıp bağırmaya başladığımda gülmesinin kahkahalara dönüşmesini seviyorum.

garanti bankasından para çekmeye gittiğimde, bankanın önce makbuzu sonra kartı en son parayı vermesini, ama benim kartı aldığımı unutmamı, enem kartı yuttu bu diye panik yapmamı, güvenlik görevlisinin kartınız elinizde hanfendi sözleriyle sakinleşip 32 saattir uyumuyorum da ben demeyi seviyorum.

karnım acıktığında çekilmez derecede sinirli bi insanken, genişliği ve içine alabildikleri ile gurur duyduğum mideme 15 tavuk kanadının üstüne bi kase aşureyi indirmeyi, sonrasında melek gibi bi insan olmayı seviyorum.

dalgınlıklarımı, sakarlıklarımı, çoğu zaman şaşkınca bakan gözlerimi seviyorum. içimde hala yaşamaya inat eden çocuğu uzun zaman ihmal etsem de onunla yaşamayı seviyorum. gözlerimim parlamasını seviyorum. gülmemi, konuşmamı , biriyle konuşurken illa koluna bi yerinde dokunan yapımı anlamayıp bi tarafını kaldıran insanlara bi tarafımla gülmeyi seviyorum.

çabucak ağlayabilmeyi ama çabucak da gülebilmeyi seviyorum.

sonrası iyilik güzellik deyip geçmeyi, geçmesem de geçtim gibi görünmeyi seviyorum.

insan seviyor kendini.. kendine ait olanları.. iyisini, kötüsünü..insan en çok kendine gülebiliyor ağız dolusu..